2016'nın son haftasının popüler sorusu kesinlikle bu olmalıdır; sizde elektrik var mı? veya evlilik programlarının kaçamak cevabı olan elektrik alamadım şeklinde bile espri yapılsa gayet normaldir bu elektriksiz günler için.Aslında 21. yüzyılın 16 yılını devirip yapay kan gibi konuları tartışırken birbirimize telefon açıp, sizde elektrik var mı diye sormak ne enteresandır.
Özellikle 2000 li yılların başından günümüze kadar Türkiye'de enerji ile ilgili önemli adımlar atıldı fakat bu adımlar ne kadar doğru atıldı veya zamanlaması ne kadar doğruydu sorularının irdelenmesi gereken konulardan. Normal bir vatandaş sonuç odaklıdır. Siz ona en yetkili ağızdan iletim hatlarında arıza oluştu derseniz ya araştırır veya sorgular ya da tamam elektrik gelene kadar bekleyelim der. Biz genelde tamam diyen gurptayız. Ben de ilk verilebilecek cevap için sadece araştırmanıza zemin hazırlayacağım. Gerisi sizin araştırıp irdelemenize ait.
Türkiye'de şuanda bütün dağıtım bölgeleri ve devlete ait santrallerin bir çoğu özelleştirildi. Sadece iletim hatları devletin kontrolü ve işletmesi altında. Özelleştirilmelerinin amacı hem devlete gelir kaynağı oluşturma hemde daha iyi şartlarda işletilmelerinin sağlanması. Bakıldığında zaten bu atılan adımlara muhalefet eden de pek olmadı. Elektrik Üretim Anonim Şirketine ait Soma B, Seyitömer gibi linyit yakıtlı santrallerin özel sektöre devri geçtiğimiz senelerde tamamlandı. İşim gereği eski Soma B, şimdiki adıyla Soma Termik Santraline bu yıl için teknik geziler gerçekleştirmiştim. Fakat özelleştirme sonrası planlanan hiçbir rehabilitasyon işinin gerçekleştrilmediğini gördüm. Bu rehabilitasyon işleri hem emreamadeliği hem de verimi yükseltmek için planlanır. İlave olarak santralin uygulanmakta olan çevre mevzuatına uyması sağlanır. Ziyaret sırasında rehabilitasyon işlerinin neden başlamadığını sorduğumuzda devletten teşvik gelmediğine dair şikayetlerde bulunmuşlardı. Elektriğin satış fiyatlarının düşük seyrettiğinden kar oranlarının çok düşük kaldığından endişelilerdi. Şimdilerde ise fiyatlar tekrar yükselmeye başladı , buna nasıl bir tepki verilir ilerleyen günlerde birlikte göreceğiz. Sonuçta özelleştirme yapmadan evvel sağlam bir planlama gerekiyormuş. Ama bizde hiçbir zemin hazırlanmadan ihale açılıp en yüksek fiyatı verene sattılar santralleri. Ayrıca özelleştirmeyi kazanan şirketlerin bu santralleri işletmek için teknik yeterlilikleri var mıydı? Daha önceki tecrübeleri nelerdi? Dağıtım şirketleri için de aynı sorular geçerli tabiki. Geçen sene yaptığımız çalışmada bu dağıtım şirketlerinden birinin iflasla pençeleştiğine şahit olmuştuk. Orda sorulan ilk soru şuydu; şirket elektrik dağıtımından kazanılan parayı yine bu dağıtım şirketi için mi harcadı veya kaynaklar şirketin başka yatırımlarına mı aktarıldı. Söz konusu dağıtım bölgesinde durum ise işler acısıydı malesef. Yapılması gereken bakımlar yapılmamış yatırımlar ise askıya alınmıştı. Kaçak elektriğin tavan yaptığı bölgeler bile özelleştirildi. Siz devlet olarak bile elektrik kullanım ücreti tahsilatı yapamıyorken o şirket nasıl tahsilat yapsın? veya terör korkusuyla dağıtım bölgesinde nasıl onarım ve bakım yapılsın? Ayrıca devlet olarak o şirkete ne kadar güvence verildi veya devletten o şirkete kaynak aktarılıyor mu bu noktalarda da şeffaf olmak lazım. Afşin Elbistan konusuna hiç girmiyorum orda durum daha içler acısı. Bu konuyu başka bir blogda irdeleyeceğim.
Bugünlerde aslında elektriğin olmaması özelleştirme kapsamı dışında olan iletim hatlarına bağlandı fakat arızanın kaynağını iletim hatlarına bağlamak bence gayet yüzeysel veya günü kurtamak için yapılan bir açıklamadır o kadar. Devletin, işletme olarak (bazı özelleştirilemeyen EÜAŞ Santrallerini saymazsak) üzerinde tek yükü olan iletim hatlarını ayakta tutmak en önemli görevi olmalı. İlave olarak özelleştirmeler yapıldıktan sonra özelleştirmeye konu olan tesis ve alt yapılar için özelleştirme sonrası neler yapıldığına dair bir inceleme komisyonu var mıdır? Özelleştirilen santraller için üretim ne şekilde gerçekleşti? kapasite faktörü nedir? ne kadar yakıt tüketildi? sıvı yakıt sarfiyatı düştü mü, baca gazı emisyonları ve kül barajları çevresel mevzuata uygun mu? Dağıtım bölgeleri için, bakım onarım çalışmaları ne durumda , ilave yatırımlar nedir gibisinde böyle bir sürü soru cevap arıyor. Siz bir komisyon kurup bunarı şeffaf şekilde paylaşırsanız kafamızdaki soru işaretleri tabiki azalır. İlaveten nükleer santrallerin durumu nedir? Yerli yakıta dönelim derken neden hala daha doğalgaz santrali yatırımı var? neden büyükşehirlerde katı atık yakma santralleri yok? ithal kömür santrallerinin akıbeti nedir? rüzgar ve güneş enerjileri için kesin bir planlama var mıdır? jeotermal santrallerinde kaynak kullanımı kontrol altında mıdır? ...bunlar benim kafamdaki sorular.
Devlet olarak enerji politakasını tam belirleyememişken, özelleştirmeleri tam denetleyemiyorken, sorumlu olduğun sistemler için bakım onarım stratejilerin hala belirsizken elektrik alamıyorum demek gayet normal bence bugünlerde...
31 Aralık 2016 Cumartesi
29 Aralık 2016 Perşembe
Karşının Taksisiyim
Bugün onedio.com da bir haber gözüme çarptı. Bloğumda da yer vereyim dedim. Konumuz İstanbul'un sarı taksileri ve o taksileri efsane kılan o birbirinden farklı şoförleri. Bazımız çok sık bazımız da ara sıra konuk oluyoruz taksi adı altındaki o sarı arabalara. Kimimizin yolculuğu 10 dakika sürüyor kimimizin ise bir saati devirdiği bile oluyor. Aslında her ülkede var taksiler ve kesinlikle bulundukları ülkenin aynası gibiler. Taksiye bindiğinizde bulunduğunuz ülkenin yansımasını alabilirsiniz. Mesela Japonya'da taksiye bindiğimde taksicinin giymis olduğu beyaz eldivenler hala aklımda. Japonların yaptıkları işe saygılarını temsil eden bir durum olarak yorumluyorum ben. Gel gelelim biz ülkemize. Aslında her yolculukta taksiciye göre bir tavır takınma durumunuz oluyor veya başka bir yol ise hiç iletişime geçmemek onlarla. Konuyu çok da dağıtmadan onedio.com 'un haberi şöyle; artık taksiye indi bindi bedeli ödeyecek olmamız. Bedel de 8.75 TL. Tabiki ilk bakışta olmalı diye düşünüyorum. Sonuçta 500 metre için taksiyi işgal etmenin bedeli olmalı.
Burdaki konu aslında neden bu taksi esnaflığının görmezden gelindiği. İşin en temelinden başlamak istiyorum. Taksicilik bir meslek midir yada işsiz kalındığında yapılacak bir uğraş veya ekmek kapısımıdır. İşsiz kalındığında veya mecbur olunduğunda taksicilik yapan insanlara saygı duyuyorum çünkü hırsızlık veya kanunsuz işler de bir çıkış noktası olabilir insanlar için. Bunların tercih edilmeyip taksicilik yaparak insanların ekmek parası kazanmaları gayet güzel. Fakat bu kadar basitmidir İstanbul gibi bir metropolde taksicilik yapmak. Şimdiki kara düzene göre evet bu kadar basittir. En azından bir eğitimden geçerek sertifikalandırılmaları gerekmiyor mu? Yolcu olarak tabiki minimum 8.75 TL öderim fakat bindiğim aracın şoförünün kim olduğunu bilmek hakkım değil mi? Başka mevzular da var tabiki. Neden araçlar standart değil. Marka bazında demiyorum tabiki. Sedan taksi de var hatchback taksi de var. Kime ve neye göre belirleniyor bu taksiler. Nadiren içi temiz olan taksiye bindim. Hatta çok kötü kokanlara bile şahit oldum. Taksiciliği bir meslek olarak algılamazsanız o taksilerin o halde olması normaldir. Ayrıca hiçbir taksi yolcuğumda trafik polisinin bir denetlemesine denk gelmedim. Yani kullanılan araç taksi olmaya elverişli midir diye sorgulamayı trafik polislerimiz pek tercih etmiyorlar nedense. En azından kar lastiği denetimi gerekmez mi bu kış mevsiminde?
Takıldığım bir diğer önemli nokta ise taksilerde verilen fişler. Her bindiğimizde eğer ihtiyacımız varsa sorarız fiş var mıdır diye. Çünkü emin değilizdir taksicilerden. Fiş yok deyip kesitirip atan da olmuştur tecrübelerimden. Eğer varsa, bakkal defteri gibi olan fiş koçanı torpido gözünden çıkar ve yarı silik kalemle inci(?) gibi yazılmış şekilde size verilir. Ben bana kendim yazayım diye boş verilen fişi de gördüm veya abi eksiğin varsa fazla yazalım diyeni de gördüm. Bu böyle olunca taksi sahipleri vergilerini nasıl ödüyorlar diye düşünmemek elde değil. Aslında aldığınız taksi hizmetinin bedeline ait fişi size bir cihazın veriyor olması lazım. Bu fişte gidilen yolun mesafesi, taksiye ve taksiciye ait bilgiler ve tutar gibi bilgiler yazması gerekiyor. Mevcut teknoloji ile çok rahat uygulanabilenecek ve denetimi kolay bir sistem bu. Bazı ülkelerde de uygulanıyor zaten. Bu fişlerin talebe göre değil her inen binen yolcuya kesilmesi gerekiyor. Unutmadan şöyle bir konu da var; taksimetrede yazan bedel hep üste tamamlanır mesela 9.50 TL yazmışsa sizin 50 kuruş için beklemenizi taksici bir anlam veremez ve boş boş bakar yüzünüze.Taksiciye göre hesap 10 TL dir. Hakkınız olan bedelden taksiciyle tartışmamak için vazgeçersiniz.
Özetlersek , şoförlerin eğitilip sertifikalandırılması, taksilerin modernize edilerek standartlaştırılması , hizmet bedelinin daha ciddi ve anlaşılabilir bir doküman şeklinde verilmesi sağlanmalıdır. İstanbul için taksi plakası bedelleri fahiş. Taksi plakası sahibi olmanın bazı yaptırımları olmalı. Taksiyi işleten şirketlerle beraber taksi plakası sahibi olanlar da kusurlardan sorumlu tutulmalı diye düşünüyorum.
Aslında taksiciliği bir amme hizmeti olarak görüp özellikle işlerini layıkıyla yapmaya çalışanlara bir sözüm yok kesinlikle. Fakat bu yağmurlu günlerde taksiye binmeye çalışanlara; alamam taksiyi teslim edicem, oraya trafik çoktur veya metroyla gitsen olmaz mı diye basma kalıp sözlerle karşılık veren taksicilerin sayısının günden güne azalmasını ümit ediyorum. Bi de unutmadan zaferi kazanıp taksiye binmişseniz ve taksiciye göre farklı yakada seyahat ediyorsanız o klasik cevap gelebilir: Abi ben karşının taksisiyim...Sağlıcakla kalın.
27 Aralık 2016 Salı
Arabulmaca
Haberlerde kulağıma gelen bir haber daha. İş mahkemelerinden önce arabulucuk yöntemiyle anlaşmazlıkların çözülmesi hedefleniyormuş. Aslında arabulucuk kullanılmakta olan bir uygulamaydı ama iş mahkemelerinde uygulanan bir sistem değildi. Konuyu biraz daha derinlemesine düşününce özellikle mavi yaka olarak çalışanlar için dezvanatjalı olabilir bu değişiklik diye düşündüm. Çünkü iş vereninizin avukatıyla karşı karşıya kalıp yapacağı ağız oyunlarıyla almanız gerekeni de kaybedebilirsiniz. Çünkü bu safhada arabulucu, tarafsız olarak konuyu her ne şekilde olursa olsun en kısa sürede kapatma peşinde olacaktır. Arabuluculukta amaçlanan tabiki mahkemelerin yükünü azaltmak ama haklının hakkını vererek azaltılmalı bu yük. Oldukça zayıf ve yorumlanması güç bir iş kanunumuz var. Üniversitelerde ise bu konuyla ilgili öğrenciler yeterince bilgilendirilmiyor malesef. Yönetici adayı olarak mezun olan öğrenciler iş kanunundan bihaberler. Aslında iş veren tarafında ise insan kaynakları departmanında çalışan çoğu çalışan da bihaber. Doğru bir iş kanununu bu konuda bilinçlendirilmiş çalışanlarla ve işverenlerle desteklerseniz adliyede oluşan iş mahkemeleri yükünü azaltabilirsiniz.
Bu yaz işten çıkartıldığımda bana imzalatılan ibranamede; sana tazmaninatını veriyoruz ama mahkeme açarsan verdiğimizi geri alırız gibisinden üstü kapalı bir tehdit vardı. Aslında açılan mahkemedeki amaç para talebiyle ilgili değil kaybedilen işin iadesi ile ilgili. Mahkeme çalışanın lehine sonuçlandığında işveren iş iadesini kabul etmezse işverenin çalışana para ödemesine hükmediliyor. Benim imzaladığım ibraname büyük olasılıkla eski şirketimin havalı avukatı tarafından hazırlandı ve anlaşmazlığın oluşma ihtimali de yok gibiydi çünkü alacaklarımı fazla fazla almıştım. Buna rağmen hukukçu kimliğini ön plandan tutan bir avukat benim durumumda bile aba altından sopayı göstermişti bana. Her ne kadar düğün arifemde bu tatsızlığı bana yaşatan eski şirketime diş bilediysem de vicdan muhasebesi yapıp mahkeme yoluna gitmeyi tercih etmedim. Fakat çalışanlara tazminat ödememek için her yolu deneyen patrron ve patron temsilcileri pahalı ve havalı avukatlarına karşı çok cömerttirler.
Ben şanslıydım, biraz da haklarım konusunda bilinçliyim. Fakat Türkiye şartları malesef ortada. Günümüz sendikaları da tartışılır. Malesef mavi yaka grubunun büyük çoğunluğu hala iş ortamını, şartlarını, haklarını sorgulayamıyor.
İşçi hakları bu hükümet tarafından çok sorgulanır oldu nedense. Önce kıdem tazminatı söz konusu oldu. Kıdem tazminatı ödenmeden oluşturulacak bir fonda biriktirilecekti bu para. Bu uygulamaya geçti mi bilmiyorum. Zaten kıdem tazminatları ancak banka borcunu kapatabilecek düzeydeyken niye göz dikilmişti bu paraya anlayabilmiş değilim. Şimdi de arabuluculuk yöntemi peyda oldu. Umarım sahip olunan haklar bu arabuluculuk sistemi ile gasp edilmez hatta mahkeme yolu işveren ve temsilcileri tarafından da kapatılmaz.
Her hükümet döneminde işçiye; işçisin sen işçi kal denmişti. Şimdi de değişen hiçbirşey yok malesef. Düşünme,sorgulama,konuşma....
Bu yaz işten çıkartıldığımda bana imzalatılan ibranamede; sana tazmaninatını veriyoruz ama mahkeme açarsan verdiğimizi geri alırız gibisinden üstü kapalı bir tehdit vardı. Aslında açılan mahkemedeki amaç para talebiyle ilgili değil kaybedilen işin iadesi ile ilgili. Mahkeme çalışanın lehine sonuçlandığında işveren iş iadesini kabul etmezse işverenin çalışana para ödemesine hükmediliyor. Benim imzaladığım ibraname büyük olasılıkla eski şirketimin havalı avukatı tarafından hazırlandı ve anlaşmazlığın oluşma ihtimali de yok gibiydi çünkü alacaklarımı fazla fazla almıştım. Buna rağmen hukukçu kimliğini ön plandan tutan bir avukat benim durumumda bile aba altından sopayı göstermişti bana. Her ne kadar düğün arifemde bu tatsızlığı bana yaşatan eski şirketime diş bilediysem de vicdan muhasebesi yapıp mahkeme yoluna gitmeyi tercih etmedim. Fakat çalışanlara tazminat ödememek için her yolu deneyen patrron ve patron temsilcileri pahalı ve havalı avukatlarına karşı çok cömerttirler.
Ben şanslıydım, biraz da haklarım konusunda bilinçliyim. Fakat Türkiye şartları malesef ortada. Günümüz sendikaları da tartışılır. Malesef mavi yaka grubunun büyük çoğunluğu hala iş ortamını, şartlarını, haklarını sorgulayamıyor.
İşçi hakları bu hükümet tarafından çok sorgulanır oldu nedense. Önce kıdem tazminatı söz konusu oldu. Kıdem tazminatı ödenmeden oluşturulacak bir fonda biriktirilecekti bu para. Bu uygulamaya geçti mi bilmiyorum. Zaten kıdem tazminatları ancak banka borcunu kapatabilecek düzeydeyken niye göz dikilmişti bu paraya anlayabilmiş değilim. Şimdi de arabuluculuk yöntemi peyda oldu. Umarım sahip olunan haklar bu arabuluculuk sistemi ile gasp edilmez hatta mahkeme yolu işveren ve temsilcileri tarafından da kapatılmaz.
Her hükümet döneminde işçiye; işçisin sen işçi kal denmişti. Şimdi de değişen hiçbirşey yok malesef. Düşünme,sorgulama,konuşma....
26 Aralık 2016 Pazartesi
Sabahlar Olmasın
Artık karanlıkta yatıp karanlıkta kalkıyoruz. Şu aralar hafta içi günlerde büyük çoğunluk evlerinin keyfini gün ışığında süremiyor. Gece karanlığında evden çık gece karanlığında eve dön. Biraz fırsatın varsa iş yerinde gün ışığından faydalanmaya çalış. Sabah okula giden öğrenciler içinse durum yine aynı. Her ne sebep olursa olsun sabah dışarı çıkanlar için, benim gibi uykuyu sevmeyenler için durum karanlık ve o kadar da anlamsız. Aralık ayında havanın tam olarak aydınlanması sabah 9 u buluyor İstanbul'da. Alışık olmadığımız bir durum. Coğrafi zorunluluklar olsa tartışılacak bir konu değil elbette. Örneğin İskandinavya bölgesinde yaşayan bir insanın kış ayında sabahın karanlığını tartıştığını zannetmiyorum. Ama biz buna alışkın değiliz sadece alıştırılmaya çalışıyoruz.
Bu konu ile ilgili yani saatlerin neden bir saat geriye alınmadığına dair resmi bir açıklama gelmedi ülke yöneticilerinden. Biz de yorumlamaya çalıştık dudak bükerek. Mesela şuan politik sebeplerle Doğu'ya doğru bir yüzünü dönme durumu varya ülkemizin, biz de bu sebeple diyoruz ki acaba onlarla aynı saat dilimine girip ticarete ivme kazandırmak acaba amaç.Mesela Katarla şuan saat farkımız yok, bu teori mantıklı olabilir. Öte yandan İngiltere ile aramızda saat farkı şuan üç saat. Siz sekizde işe başlıyorsanız elin İngiliz'i sabahın beşinde kim bilir kaçıncı uykuda. Bundan şu mu çıkar acaba Avrupa'dan mı uzaklaşıyoruz. Bilemedim yorumu siz yapın.
Diğer bir yaklaşımda enerji tasarrufu ile ilgili. Kulağıma tasarruf amaçlı olduğuna dair duyumlar geldi. Bana da anlatın nasıl tasarruf edildiğini ben de öğreneyim öyleyse. Güne karanlık başlayan ve karanlık bitiren bir ülkede nasıl enerji tasarrufu yapılabilir ki? Sokak aydınlatmasından tutunda evlerimizin ışıklarına kadar kullanmak zorundayız. Hatta ve hatta gün geç aydınlığından dolayı hava sıcaklığına bağlı olarak ısınma için de elektrik tüketimimiz artmaktadır. Bunu irdelemek için enerji piyasasında çalışıyor olmak falan gerekmiyor zaten. Evlerinizde toplam gün içinde yedi saat aydınlatma kullanıyorsanız şimdi o rakam sekiz. Hepsi bu kadar. Sanayide ise elektrik tüketimi yine aynı şekilde aydınlatma ve ısınma maksatlı olarak artmış vaziyette. Karanlıkta üretim yapmayalım, elektrikten tasarruf yaparız diyen bir sanayi kuruluşu da yoktur. Olsa bile üretim yapmamak, yapamamak elektrik tüketmekten çok daha kötüdür zaten. Rakamlarla irdeleyelim isterseniz. Geçen seneki ülke olarak kasım ayı elektrik tüketimizi bu seneki kasım ayı ile karşılaştıralım isterseniz. Geçen seneki Kasım ayı elektrik tüketimimiz 21.2 TWh olarak gerçekleşmiş. Bu sene ise 22.7 TWh. Tasarruf bakış açısı bir şehir efsanesiydi, patladı gitti. Bunun altında bazı gerekçeleri aramak lazım. Şuan Türkiye değişik kaynaklardan elektrik üretmektedir.Elektriğe daha çok ihtiyaç duyulan dönemlerde yapılmış anlaşmalara bağlı olarak da çeşitli şirketlere,kurumlara ve devletlere taahhütler verilmiş durumda. Bunu biraz daha açacak olursak ihtiyaç olsun olmasın devlet olarak ürettikleri elektriği veya gönderilen gazı almak zorundasınız. Dolayısyla tüketmek zorundasınız. Buna çözüm getirmek için saatleri geri almamak yapılabilecek en kolay ve hızlı müdahaledir bence. Elektrik tüketimindeki artış tabiki yıldan yıla artmaktadır. Yeni devreye giren santrallere paralel olarak gelişen, sanayisiyle büyümeye çalışan bir ülke için olması gereken hızda değil bu artış.
Sanayileşemeyen Türkiye'de elektrik tüketimini arttırmak üzere kış sabahları bütün karanlıklar bizim, aman sabahlar olmasın dostlar. İçerim ben bu sabah...Tadını çıkarın.
Bu konu ile ilgili yani saatlerin neden bir saat geriye alınmadığına dair resmi bir açıklama gelmedi ülke yöneticilerinden. Biz de yorumlamaya çalıştık dudak bükerek. Mesela şuan politik sebeplerle Doğu'ya doğru bir yüzünü dönme durumu varya ülkemizin, biz de bu sebeple diyoruz ki acaba onlarla aynı saat dilimine girip ticarete ivme kazandırmak acaba amaç.Mesela Katarla şuan saat farkımız yok, bu teori mantıklı olabilir. Öte yandan İngiltere ile aramızda saat farkı şuan üç saat. Siz sekizde işe başlıyorsanız elin İngiliz'i sabahın beşinde kim bilir kaçıncı uykuda. Bundan şu mu çıkar acaba Avrupa'dan mı uzaklaşıyoruz. Bilemedim yorumu siz yapın.
Diğer bir yaklaşımda enerji tasarrufu ile ilgili. Kulağıma tasarruf amaçlı olduğuna dair duyumlar geldi. Bana da anlatın nasıl tasarruf edildiğini ben de öğreneyim öyleyse. Güne karanlık başlayan ve karanlık bitiren bir ülkede nasıl enerji tasarrufu yapılabilir ki? Sokak aydınlatmasından tutunda evlerimizin ışıklarına kadar kullanmak zorundayız. Hatta ve hatta gün geç aydınlığından dolayı hava sıcaklığına bağlı olarak ısınma için de elektrik tüketimimiz artmaktadır. Bunu irdelemek için enerji piyasasında çalışıyor olmak falan gerekmiyor zaten. Evlerinizde toplam gün içinde yedi saat aydınlatma kullanıyorsanız şimdi o rakam sekiz. Hepsi bu kadar. Sanayide ise elektrik tüketimi yine aynı şekilde aydınlatma ve ısınma maksatlı olarak artmış vaziyette. Karanlıkta üretim yapmayalım, elektrikten tasarruf yaparız diyen bir sanayi kuruluşu da yoktur. Olsa bile üretim yapmamak, yapamamak elektrik tüketmekten çok daha kötüdür zaten. Rakamlarla irdeleyelim isterseniz. Geçen seneki ülke olarak kasım ayı elektrik tüketimizi bu seneki kasım ayı ile karşılaştıralım isterseniz. Geçen seneki Kasım ayı elektrik tüketimimiz 21.2 TWh olarak gerçekleşmiş. Bu sene ise 22.7 TWh. Tasarruf bakış açısı bir şehir efsanesiydi, patladı gitti. Bunun altında bazı gerekçeleri aramak lazım. Şuan Türkiye değişik kaynaklardan elektrik üretmektedir.Elektriğe daha çok ihtiyaç duyulan dönemlerde yapılmış anlaşmalara bağlı olarak da çeşitli şirketlere,kurumlara ve devletlere taahhütler verilmiş durumda. Bunu biraz daha açacak olursak ihtiyaç olsun olmasın devlet olarak ürettikleri elektriği veya gönderilen gazı almak zorundasınız. Dolayısyla tüketmek zorundasınız. Buna çözüm getirmek için saatleri geri almamak yapılabilecek en kolay ve hızlı müdahaledir bence. Elektrik tüketimindeki artış tabiki yıldan yıla artmaktadır. Yeni devreye giren santrallere paralel olarak gelişen, sanayisiyle büyümeye çalışan bir ülke için olması gereken hızda değil bu artış.
Sanayileşemeyen Türkiye'de elektrik tüketimini arttırmak üzere kış sabahları bütün karanlıklar bizim, aman sabahlar olmasın dostlar. İçerim ben bu sabah...Tadını çıkarın.
23 Aralık 2016 Cuma
Asgari Yaşam
Asgari ücretin yakın tarihini inceledim ve aşağıda grafik ve tablolarla görüşünüze sundum. Asgari ücret her sene belli bir seviye artmış fakat alım gücü nasıl olmuş?
Kaynak:www.doğrulukpayi.com
Alım gücüne gelirsek;
Kaynak:www.doğrulukpayi.com ,TÜİK
TÜİK'in belirlerdiği birim fiyatlarına göre asgari ücretin alım gücü yıldan yıla artmış. Fakat internette yaptığım araştırmalarda harcama kalemleri sabit tutulmuş. 3 ana gider kalemi ise;
- Gıda ve alkolsüz içecekler
- Konut, su, gaz, elektrik ve diğer yakıtlar
- Ulaştırma
Ayrıca neden asgari ücret sabit? İnsanların sahip oldukları yeterliliklere göre belirlenmesi daha doğru değil mi? Mühendislik fakültesi mezunu genç bir mühendise asgari ücret teklif edilmesi çok acı. Mezun olunan okula ve sahip olunan beceri ve birikime göre asgari ücret ödenmesi hatta kıdemin göz önünde bulundurulması çok daha mantıklıdır.
Yukarıdaki bilgilerle beraber asgari ücretlinin sahip olduğu haklar tekrar irdelenmelidir. Çalışma saatleri, tatil günleri için ödenecek ilave mesai vs. Bence ücret konusu bir yana dursun diğer haklar için de revizyon gerekliliği apaçık ortadadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)